
‘Çıkmaya Zorla’ Sergi görseli sanatçının izniyle
Sanatın gerekliliğini özellikle oryantasyon bozukluğu yaşadığımız karanlık ve depresif karantina günlerinde bireysel olarak daha da derinden anladık. Sanal dünyanın derinliklerinde kaybolduğumuz o günlerin ardından nihayet açılmaya başlayan sergilerle de “yeni normal” yaşantılarımızı renklendirebiliyoruz. Ozan Atalan’ın Ekim sonuna kadar devam eden sergisi Çıkmaya Zorla, Mixer’de karantina ve sonrası olmak üzere iki dönemi birbirine bağlıyor. Ozan ile sergi, sanat pratiği ve tabii ki pandemiye değindiğimiz bir röportaj gerçekleştirdik.
DC: “Çıkmaya Zorla” ilk olarak akla bir bilgisayar komutunu getiriyor. Nereden geldi bu isim?
OA: Kişisel tepkilerimden geliyor. Serginin genelinde minimal ve dışa vurumun, aşkın ve dünyevinin bir araya geldiği spekülatif bir estetik ortaya çıkıyor. Mevcut algının dışında hayal edilebilecek her şey doğası gereği kaçınılmaz olarak spekülatif kalıyor- bu post hafızamızda olan geçmiş de olabilir, gelecek tahayyülü de, şu an da. Çünkü yaşadığımız dijital çağda ‘şimdi’nin, Zizek’in tabiriyle sanalın gerçekliği tarafından Zen’den uzaklaşıp elle tutulamaz, hissedilemez bir simülasyona, zihinsel bir duruma indirgendiğini düşünüyorum. Buna kişisel tepkim de force quit, yani kilitlenen ya da çalışmayan dijital uygulamalardan kurtulmanın yolu; aynı zamanda bizi hapseden ayrıştırıcı dualist insan merkezci düşüncenin çalışmadığı noktada çıkmaya zorlamak için bir metafor.

‘Çıkmaya Zorla’ Sergi görseli sanatçının izniyle
DC: Dualiteler sanat pratiğinde önemli bir yer tutuyor. Bu sergide nasıl ikilikler ya da karşıtlıklar görecek izleyiciler?
OA: Evet dualitelere odaklanıyorum. Aslında insanın olaylara dualist yaklaşımı kavramlaşmadan ya da bilgiye dönüşmeden önce sezgisel bir tavır olarak ortaya çıkıyor. Önceden bilgisine sahip olmadığımız bir durumla karşılaştığımızda duygularımız önceliği alıyor ve onun bizim için iyi mi yoksa kötü mü olduğunu sezmeye çalışıyoruz. Bu ilkel ve içsel bir tepki. Doğamız gereği ikili düşünüyoruz ve insan doğasını incelerken dualiteleri görmezden gelmem imkansız. Ancak nasıl yorumlandıkları önemli; ayrıştırıcı ya da bütünleştirici. Ayrıştırıcı yorum, onları birlikte var olan ve birbirlerinden ayrı anlam ifade etmeyen parçalar olarak görmek yerine aralarında hiyerarşik ilişki kuruyor. Bunun bize kültürün öğrettiği bir durum olduğunu düşünüyorum. Bu sergide de endüstriyel-hammadde, doğal-yapay, dijital-fiziksel gibi dualiteler insan-doğa dualitesine farklı yerlerden bağlanıyor. Ancak aralarında bir üstünlük ilişkisi olmadan, ortak yaşam formu halinde.

‘Çıkmaya Zorla’ Sergi görseli sanatçının izniyle
DC: Eserlerin çoğu zaman fiziki sınırları dijitalin devreye girmesiyle aşıyor. Bu sergide de böyle bir yapıtın var hatta. Bu birlikteliğin senin için önemi nedir?
OA: Bahsettiğin sanırım video yerleştirme, Simule(Simulated One). Dijitalde temsil edilenler kendi haliyle doğa kesiti ve elle dokunulamaz durumda, fizikselde ise dokunulabilir iken yapay ya da yoğun insan müdahaleli. Rüzgar eksenli bir doğa simülasyonu var. Dijital ve fizikselin bu birlikte var oluş hali ya da ortaya çıkan phygital (fiziksel ve dijital hibridi) durumun oluşturduğu melez formun bir deneyime dönüşmesi benim için heyecan vericiydi.

Detay görsel sanatçının izniyle
DC: Sergideki eserlerinin büyük kısmını son dönem ürettiklerin oluşturuyor. Bunların yanında Amerika’da bulunduğun dönemde ürettiklerin de yer alıyor. Bu birliktelik hakkında ne düşünüyorsun? O günün koşulları ve pandemi izolasyonunun benzerlikleri var mı?
OA: Soruyu çok sevdiğimi söyleyerek başlayacağım. O dönemde farklı bir kültüre adapte olma sürecinde olduğum için yabancılık-tanıdıklık sorgulamalarını yapıyordum. Türkiye’deki tanıdıklarımdan uzakta olduğum için ilk kez sosyal medya kullanmaya başlamıştım, öncesinde ilgim yoktu. Bir yandan sevdiklerimi ve Gezi sonrası ülke gündemini takip ediyor, yeni bir kültüre uyumlanırken yerel kültürümle bağımı sorguluyordum ve sosyal medyanın iç dinamiğini de bu sorgulama üzerinden keşfetmeye başladım. O dönem diğer çalışmalarıma da yansımıştı bu durum. O yıllarda alışkın olmadığım sürekli karlı ve aşırı soğuk bir kış ortamında sürekli kapalı mekanlardaydım ve kişisel olarak yaşadığım bir izolasyon vardı. Karantina döneminde de benzer duygular yaşadım. Dijital devrimin bir uzantısı olarak sosyal medyadaki uzaktan gözlemin beden, cinsellik, arzu manipülasyonlarını düşünerek 2014 yılında yaptığım ve dosyamda olan çalışmalarımın da bu dönemde karşılığı olduğunu hissettim ve sergi kapmasına almaya karar verdim.

‘Çıkmaya Zorla’ Sergi görseli sanatçının izniyle
DC: Pandemi öncesine dönersek, Nicholas Bourriaud küratörlüğündeki 16. İstanbul Bienali “7. Kıta”ya dahil olmuştun. Bu sergi ile bienal arasında paralellik bulunuyor mu?
OA: Evet. Transmedya olarak ifade edebileceğim bir üretim atmosferi var kafamda ve benzer hislenimler farklı görünümlerde ortaya çıkıyor. Bienal çalışmamda da insan-merkezcilik ve anti-dualizm temelinde hareket etmiştim ve bu düşünce spesifik olarak İstanbul’un mandalarına odaklanmıştı. Bu sergimde ise yine aynı düşünce, yabancılaşma bağlamında, insan doğasını onu objelerin ve insan olmayan canlı varlıkların var oluşlarından ayırmadan inceleme olarak kendini gösterdi. Bienalin ana temasında da ekolojik felaketler ve distopik senaryolar antropolojik tarih ile yabanıl hayatın birbirinden ayrılamazlığı üzerinden araştırılmıştı. Bu bakımdan Yedinci Kıta ile Çıkmaya Zorla arasında güçlü bir bağ var. Bienal’de yer almamın ana nedeni de Nicolas’nın pratiklerdeki bu benzerliği görmesiydi.

‘Çıkmaya Zorla’ sergi görseli sanatçının izniyle
DC: Bienal sonrası Bourriaud’nun yönetim kurulunda bulunduğu Fransa’daki Montpellier Contemporain’in “Permafrost” sergisine davet edildin. Bu nasıl bir tecrübeydi?
OA: Permafrost, diğer katılımcılar ile birlikte kelimenin gerçek anlamıyla ait hissettiğim bir sergiydi. Statik obje ve çizimleri dahi algıda anime eden bir deneyime dönüştürebiliyordu. İstanbul’un mandalarının hikayesini yerel mekanından uzakta, farklı bir kültür ve coğrafyada uzaktan gelen bir hikaye olarak anlatmak Bienal bağlamından çok farklı bir histi. Mesajın daha fazla insana ulaşabilmesi ve kendimi geliştirmem açısından güzel bir tecrübeydi.
DC: His ve deneyim sergilerinde zemini oluşturuyor ve izleyici çoğu zaman bir katılımcıya dönüşüyor. Sanat pratiğinde izleyicinin konumu nedir?
OA: İzleyiciyi genelleme yoluyla bir platforma yerleştirme gayretim yok. Aksine dikte etmek, didaktik davranmak beni de bir izleyici olarak rahatsız eden durumlar. Sunduğum deneyimin bir parçası olduklarını, izledikleri şeyin kendileri ile aynı hayata ve aynı gerçekliğe dahil olduğunu hissettirmek benim için önemli. Sonuç olarak insanın her olaya ilksel tepkisi duygusaldır ve bu sezgisel noktada iletişim kurmayı seviyorum. Bir işin kavramsal bilgisine ulaşmak onun aurası ve hissiyle çatışmamalı, ve izleyici iş ile bir bütün hissetmeli.

‘Çıkmaya Zorla’ sergi görseli sanatçının izniyle
DC: “Çıkmaya Zorla”da bir de şiir bulunuyor. Şiir nasıl dahil oldu üretimine?
OA: Şiir yazmayı katı rasyoneliteyi yıkan ve zaman mekânı aşan özelliklerinden dolayı sevdiğimi farkettim. Şiir görsellikte de olabilir, saf müzikte de, saf formda da. Sergi genelinde çizimden enstalasyona, videodan heykele, dijital kodun kavramsal irdelenmesinden fonksiyonel olarak kullanımına kadar uzanan multimedya bir dil var ve böyle bir yerleştirmede şiirlerimden serginin ruhuna uyan birini ihmal edemedim. Çünkü hepsi bir bütün olarak var oluyor, insana ve doğaya bütüncül olarak yaklaştığım bir sergide medyama da bütüncül olarak yaklaşmam gerekliydi. Şiir hem tipografik (görsel) özellikleri hem de içerik anlamında uyan bir yapıdaydı ve aslında kendini dahil etti. Aynı şiirin ASCII kodu olarak tercümesi de el baskı bir tuval üzerinde yer alıyor. Hem formel hem his olarak yerini kendisi buldu.
Comments